Simplicity

"Simplicity is not a simple thing."
"Basitlik basit bir şey değildir."
Charlie CHAPLIN

25 Kasım 2015 Çarşamba

İLHAN ÖĞRETMEN

24.11.2015

"Öğretmenler Gününden çok öğretmenlerin kendileri KUTLU olsun"
Yarın 24 Kasım Öğretmenler Günü… Kutlu olsun.
Oysa asıl KUTLU olanlar öğretmenler.
Ama sadece gerçek manada öğretmenler!
“Hayatta en büyük şans iyi bir öğretmene rastlamaktır.”
Bugünlerde internette dolaşan bu sözü benim söylemiş olmam lazım bir yerlerde…
Çünkü bu sadece düşünülerek bulunacak iyi bir cümle olmaktan öte bizzat yaşadığım bir gerçek.
Ben o şanslı çocuklardandım.
Benden bir yaş küçük kardeşimle sınıf arkadaşıydım.
Öyle ya köy yerinde çocuğun okul çağı tarla tapan, inek dana durumuna bağlıydı.
Sekiz yaşında yazıldığım ilkokula kışın büyüklerimizin açtığı “çiğir”i izleyerek, elimiz ayağımız donarak giderdik.
Herkes hergün birer tezek getirmek zorundaydı. Odun henüz icad edilmemişti bizim orada. Ağaç yoktu zaten.
Sonra o tezeğin üzerine gazyağı dökerek yakmaya çalıştığımız “dik soba” beş sınıfın bir arada ders gördüğü büyük dersliği dumanla doldururdu.
“Löbetçi öğrenci”nin en önemli göreviydi o sobayı sabah herkesten erken gelerek yakmak ve dersler bitene kadar canlı tutmak.
Tipiden “buymuş” ellerimizi sobanın etrafında toplanarak ısıtmaya çalışırken ayazdan sertleşip mukavva gibi olmuş yırtık, yamalı elbiseler sıcağı görünce önce hafiften yumuşar ve ardından buharlar çıkmaya ve en sonunda da damla damla sular akmaya başlardı.
Sınıfın soğuk havası kırılıp azıcık yüzümüzün kızarıklığı gittikten sonra pencereden köyümüze 2 km mesafeden gelecek İlhan Öğretmen’i gözlemeye başlardık.
Allah biliyor ya, “kar daha çok yağsa da gelmese bugün” diye çok düşünürdük.
Korkuyorduk biraz. Zira alışık olmadığımız bir disiplini vardı.
Emeğini esirgemiyor ama karşılığını da istiyordu.
İşte bu anlşama bize pek uymuyordu.
İlkokulu okuduğum köyümde, 5 yılda gördüğüm 10’dan fazla öğretmenin en sonuncusuydu.
4 ve 5. sınıfta bizi o okutmuştu.
Ondan önce kimler gelip geçmemişti ki. Asiller, vekiller, ücretliler, ücretini haketmeyenler….
Adlarını say deseniz 3-5 tanesi ancak aklımda kalmıştır.
Ama İlhan Öğretmen aklıma ve hayatıma unutulmayacak derin izlerle kazınmıştı.
Köyümüze ilk atandığında köyden bir ev kiralamış ve oraya yerleşmişti ailesiyle.
Ancak sığdırmadık onları köye.
Neler yapmadık, neler demedik ki arkalarından?
Dayanamadı, ikinci yılın başında 2 km uzaklıktaki Pazarören kasabasından ev tutup oradan gelip gitmeye başladı. Yaz-kış demeden her gün.
Oğlu Necati de sınıf arkadaşımızdı.
Disiplin ve ders söz konusu oldu mu en önce Necati yerdi “paparayı”.
Ben de az sigaya çekilmedim hani.
Köyde ilk onun arabasına binmiştik otomobil olarak.
Emektar Murat 124 bir gün tüm beşinci sınıftakileri toplayıp Pınarbaşı’na yatılı okul sınavına götürmüştü.
Ve muhtemelen beşinci sınıftakilerin tümü ilk kez o gün “kıymalı” yemişlerdi Pınarbaşı’nda İlhan Öğretmen’in kesesinden.
Necati ile ben Çiçekdağı Lisesinin yatılı ortaokul kısmını kazandık o sınavda.
Ve bizi rahmetli babamla beraber İlhan Öğretmen götürdü kayda.
12-13 yaşındaki çocukları bırakıp geldiler dağ başına.
Günlerce ağladık, burada okumayız diye.
Duyan kim?
İlhan Öğretmen arada ziyarete geldi ve biz ona bir şey diyemedik.
Okuruz dedik. Okuduk da…
Sonra…. Daha başka okulları da okuduk… Hala da okuyoruz…
-*-
Allah gani gani rahmet eylesin İlhan Öğretmen’e.
Biz ondan razıyız, Allah da ondan razı olsun.
Öğretmenler Günü kutlu olsun!
Öğretmenler Kutlu olsun!

23 Kasım 2015 Pazartesi

AĞRILAR ÜZERİNE BİR ÇEŞİTLEME

21.11.2015/ANKARA

Kelimeler… Bazen kurşun, bazen kaypak kelimeler. İkiyüzlü de değil onlarca yüzlü kelimeler. Aynı kelimeler ayrı ayrı anlamları nasıl ifade eder ki? Hatta tam zıt anlamları? Ama ediyorlar işte...Bakın! “Ağrı” kelimesi mesela…


“Ağrı nedir?” sorusuna “Doğu Anadolu’da bir ilin adıdır.” diye cevap verecekler hemen başka bir konuya geçebilirler. Onlara bu yazıda verilebilecek herhangi bir şey yok. “Ağrı, vücudun herhangi bir yerinde duyulan şiddetli acı” diye cevap verenler kalabilirler. En azında “gidiş yolundan” bir şeyler almaları mümkün. İşi vücuda bağlamak her zaman doğru cevap olmasa da “ağrı” ile ilgili kullanacağımız bazı ifadeler oradan geliyor.


Çok yüzlü kelimelerden biri “ağrı”. Yüzsüz olmasından iyidir bazen kelimelerin çok yüzlü olmaları.

“İlk göz ağrısı” derken ne kadar da duygusal, romantik, heyecanlı bir ruh halini ifade ediyor, değil mi? “Göz ağrısı”nın duygusalı mı olur demeyin. İnsanın “ilk göz ağrısı” ilk vurulduğu güzeldir; ilk doğan çocuğudur; ilk ekmek parası kazandığı işidir; ilk arabasıdır…. Sayın aklınıza gelen ilkleri... Neden “göz ağrısı” demişler, bilemem. Ama burada çok olumlu, sevimli, romantik bir anlamı var “ağrı”nın… İnsanın “sürekli ilklerim olsun da gözüm de ağrırsa ağrısın” diyesi geliyor.

Bir başka romantizm içeren ama “acılı arabesk” tadında olan “kalp ağrısı” var ki sözlük “Aşktan doğan üzüntü, yürek ağrısı” diye tanımlamış. Bu isim de bir de roman olduğunu hatırlıyorum. “Kalp ağrısı”nın romantizm dışında keder, sıkıntı anlamları da mevcuttur. Ama bugün çoğumuz “kalbim ağrıyor” diyen birinin aşk acısı çektiğini değil de kriz geçirmek üzere olduğunu düşünürüz nedense.

Geçelim “başağrısı”na. Bu daha çok istenmeyen, rahatsızlık veren, ısrarcı olan bir kişi veya ısrarla tekrar eden kötü bir durum için söylenir genellikle. “Baş belası” anlamındadır. “Ağrı” kelimesi burada gerçek anlamına daha yakın duruyor. En azında verdiği rahatsızlık itibarıyla. Özür de dilemiyor.

Bir başka ifade ise “karın ağrısı”. Bu ifade kullanılış itibarıyla biraz daha sokak diline yakın ve ifade ettiği anlam bakımından da “başağrısı”na göre daha fazla bir kızgınlığı yansıtır. Kızgınlık duyulan kişinin adına ek olarak veya onun yerine “genel zamir” olarak kullanılır. “O Hasan mı, ne karın ağrısıysa, söyleyin ona…..” yarım kalmış cümlesindeki Hasan birilerinin şimşeklerini çekmiş biridir ve artık tam bir “karın ağrısı”dır.

Karına göre baş daha önemli olduğuna göre “başağrısı” olan şey veya kişinin “karın ağrısı” olan şey veya kişiden daha önemli olması gerektiği hususu ulemanın var olan ihtilaflarına yenisini ekleyecektir. Girmemek lazım. Kimine göre karın baştan çok daha önemlidir; baş sadece yük oluşturuyordur gövdenin tepesinde. Kimine göre ise baş her şeyin başıdır; karın da dahil. Ya kalp? Ama vücudun organları arasındaki önem sırasıyla ilgili meşhur “müdür hangi organdır?” fıkrasını bilenler bana hak vereceklerdir.

Bu arada “ağrı” kelimesi başka dillerde de böyle anlamlarda kullanılmaktadır. İngilizce’deki “pain in the neck” deyimi birebir tercümesinde “boyunda ağrı (boyun ağrısı)” anlamına gelse de deyim olarak anlamı tam da bizdeki “başağrısı”, “baş belası” ifadelerine denk geliyor. (Bu İngilizler küfürlü kelimeleri çerez gibi kullandıkları için bu deyimin bir de “pain in the ass” şeklinde söylenişi var ki terbiyem müsaade etmediğinden anlamını yazamıyorum; meraklıları sözlük veya bilen birinden öğrenebilir anlamını.)

Benim asıl muradım “vücudun neresi ağrırsa ona ne ad verilir?” sorusuna cevap vermekten çok bu “ağrı”lar arasındaki değişim ve dönüşüme vurgu yapabilmektir. Ne mi kastediyorum?

Örneğin, -hiç temenni etmemekle beraber- bazen “ağrı”, ilk “göz”den başlayıp, “kalp”, “baş” oradan da “karın” bölgelerine yayılır. Bkz: “İlk göz ağrısı” önce “kalp ağrısı”na, sonra da hayatı boyunca çekeceği “baş ağrısı”na (aslında artık kronikleştiği için “migren” demek lazım) dönüşenler… İyi bakın etrafınıza, mutlaka vardır böyleleri. Hatta “baş ağrısı” olması artık kabullenilmişken zaman zaman alevlenen sorunlar sebebiyle “karın ağrısı”na (buna da “karına kramplar girmesi” demek lazım) dönüşen durumlar…

İyi, güzel, bunları yazdık… Haydi “tespit ettik” diyelim… De, sonrası? Bunları bilince ne kazanmış olduk, durup dururken ağrı var mı acaba diye başımızı, gözümüzü, kalbimizi, karnımızı dinlemekten başka?

“Ağrı” kelimesi zaten cana acı veren bir anlam ifade ediyor. Bunun önüne “ baş”, “kalp”, “karın”, “göz” gibi kelimeler koyarak yeni terkipler oluşturuyoruz. Anlamları farklı ve vurgulu. Ama bunların birbirlerinden mümkün olduğu kadar uzak tutulması lazım. “İlk göz ağrısı” olan bir şey veya kişi “baş ağrısı” veya “karın ağrısı” olanlardan uzak tutulmalı ki o da üzüm gibi onlara baka baka dönüşmesin. Ancak bu yeterli değildir. Bazen ne yaparsak yapalım “ilk göz ağrısı” o kadar etkili olur ki gözümüzü kör eder ve yavaş yavaş “kalbin pompalaması ile” “baş” ve “ karın” bölgelerine yayıldığını hissedemeyiz, göremeyiz. İşte migren ve kramplara giden gizli yol buradadır.

Ne yapacağız? Bilmem. Bilseydim yazdığım tecrübeye dayalı bu kadar “ağrı”yı çekmezdim. Aspirin falan iyi gelir mi bilemem ama vardır bir hal çaresi. Bir alternatif doktora gitmek. Kiminde göz doktoruna, kiminde kardiyoloğa, kiminde nöroloji veya dahiliye doktoruna, kiminde ise gönül doktoruna başvurmak lazım. Bu sonuncu branşla ilgili ihtisas veren üniversite yok henüz. O doktoru bulmak da biraz nasip meselesi. Başka bir alternatif ise fazla kurcalamamak. “Ağrıyası varmış ki ağrıyor.” Zira “ağrı” bazen iyileşmenin de habercisidir; yaraların kabuk bağlamaya başladığı dönemdeki gibi.

Ez cümle; Allah herkese gönlüne göre ama hayırlısını versin. “Ağrı” bazen çok hayırlı bir şeydir. Biraz sakin düşünün.

15 Eylül 2015 Salı

SUSMAK; SUSMAMAK, SUSAMAMAK!


14.09.2015/AĞRI

"Güzel konuşmaMAyı bilmek" lazım aslında…"Güzel susmak" daha cazip galiba. 

Konuşuyorsun da ne oluyor ki?

Düşüncelerini anlatamıyorsan, karşındakine dinletemiyorsan kuru gürültüden öteye geçer mi konuşmak?

Kelime israfı değil midir dinlemeyenlere söz söylemek?

Ve dinimizde günah değil midir israf?

“Konuşacağım, bir şeyler anlatacağım” diye çırpınıp durup dururken dolaylı da olsa günaha girme tehdidi varken neden susmazsın ki? Daha doğrusu, susamazsın ki?

Dinlemeyene, anlamayana, anlamak istemeyene ısrarla bir şeyi anlatmaya çalışmak ne beyhude çabadır? Çoğu zaman boşa çabaladığını fark etmezsin bile. İyi niyetle, “belki bir şeyi düzeltebilirim, anlatabilirim” diye söylersin de söylersin. Oysa kapı kapanmıştır yüzüne, karşındaki dinlemiyorsa. Sözlerin o kapalı kapıya çarpıp düşer yerlere, kıymetsizce, aynı camdan olduğu için açık sandığı pencereyi fark etmeyip de hızla ona çarpıp yere düşen uçan böcekler gibi. Bunların çoğu güçlükle kalkar ve uçarlar tekrar. Ama kapalı olduğunu göremedikleri camdan pencereye ısrarla, defalarca çarpıp yere düşe düşe en sonunda mecalsiz kalırlar. Anlamsızdır yaptıkları, ama yaparlar. Senin gibi.

İşte açık olmayan kalbe, dinlemeyen kulağa söylediğin sözler de böyledir. Kapalı duvarlarına çarpıp yere düşe düşe kıymetsiz kalırlar. Bir süre sonra sadece gevezelik eden, rahatsızlık veren biri olup çıkarsın. Niyetin, çaban, çırpınman, çaresizliğin boşunadır. Ve ne yazık ki çoğu zaman bunu geç anlarsın. Çünkü bu durum ekseriyetle çok sevdiğin, senin için değerli, şahsına, sözüne kıymet verdiğin kişilerle aranda geçer.

Tanımadığın, elin oğlu olan birinin seni dinlememesi, anlamaması seni bu kadar üzmez ki. Yabancının seni dinlemesi ve anlaması gibi bir beklentin yoktur; olmamalıdır.

Oysa yakının olan, senin olan, senden olan birinden beklersin bunu, sebebini düşünmeden. Düşünmezsin, çünkü bu öyledir. Yakınınsa, seninse, sendense dinler, anlar diye beklersin. Bu otomatiktir. Onun için belki de uzun uzun söylersin ardı ardına lafları.

Ve en kötü andır yakının, senin, senden bildiğin kişinin gerçekte karşıda olduğunu anladığın an. Kapattığını kalbini, kulağını, kapılarını dehşetle gördüğün andır o an. İşte o anda anlarsın ki, o artık yakının, senin, senden değil, karşıdandır. O artık yabancıdır. Elin oğludur.

Kabullenemezsin hemen öyle kolayca bu durumu. Ve bu sefer daha çok konuşursun. Kendini, derdini anlatmaya daha şiddetle devam edersin. Seni yanlış anladığını izah etmeye çalışırsın. Felaket! Tam susulması gereken noktayı geçmişsindir. Susamazsın. Hani yabancı oldu ya, karşıda ya; artık ondan seni anlamasını ve dinlemesini beklememen gerekmiyor mu, yukarıdaki izaha göre? Susman gerekmiyor mu? 

Konuştukça batmak bu değilse nedir?

Evet, sus artık. 
İşte müsrif oldun. 
İsraf ediyorsun sözleri. 
Ve israf günahtır.

Çok söylemek gibi çok yazmak da israf mıdır ki?

Tamam, o zaman. Nokta.

8 Eylül 2015 Salı

DAĞLICA'DA DÜŞEN DAĞ GİBİ FİDANLARA


07.07.2015/DİYADİN



Gönlümü kavuran ateş bilsen neden düştü?
Yıkıldı kaleler; ruh çöktü ve beden düştü,
Pusu kurdu soysuzlar, Dağlıca vadisinde,
Her biri bir dağa bedel on altı fidan düştü!


Mümkün değil tarifi yüreği yakan korun.
Acı mı ne demek? Beş aylık yetime sorun.
Sana derim, ey asla doğamayacak torun
Hakkâri dağlarına şehit deden düştü!


Kapın kapana Dağlıca, önün arkan dağ olsun!
Bitsin artık bu zulüm, gülecek bir çağ olsun!
Siper edip göğsünü, gururla, “Vatan sağ olsun”
Diye ölüme koşarcasına giden düştü.


13 Şubat 2015 Cuma

BEBEKLER NEDEN AĞLAR?


Bebekler, diyorum, dünyaya gözlerini ilk açtıklarında, onun haline mi ağlarlar acaba?
"Gelmez olaydım! Görmez olaydım!" anlamındadır belki o kopardıkları vaveyla?

Ya o bazen ağlamayanlara -henüz dünyanın hali pürmelaline vaziyet edecek kadar kıvrak zekayla doğmayanlar olsa gerek- ebenin, doktorun yapıştırdığı şaplaklar? "Ne işin var da geldin? Derdine ne oldu?" diye kızgınlıklarını mı yansıtırlar ki?
Belki de bebekler, "dünyaya doğmazlar" da, "dünyaya ölürler" aslında! Ahirete ölmeden önceki ara aşama olarak... Alıştıra alıştıra ahiret için ölmek yani... Öyle ya, annenin o ilahi ev sahipliğinden, kan ve kinden, göz yaşından, hileden hurdadan başka bir şey olmayan bu dünyaya "kira süresi bitti, evi boşalt" dercesine en fazla dokuz ay on gün süren o konaklamadan , kira süresi yıllık ise onu bile tamamlayamadan, neden atılırlar ki bu dünyaya? Ağlamaları belki de o yüzdendir: "Atmayın beni sokağa, dünyanız sizin olsun. Bir kaç çiçek açıyor diye yılda bir kaç gün, inandıramazsınız beni dünyanın güzelliğine" diye isyan ediyordur belki de.
Belki de doğduğu anda ölüyordur bebekler. Kim bilir? "Ölü ağlar mı?" diyeceksiniz. Ağlamadığını nereden biliyoruz?
Bu ölmek mevzusu da karışık bir konu aslında. Ama doğum kısmına bakalım şimdi.
Bebekler ağlıyorlar ya, dünyaya gelmeyi ölüm saydıkları için hani, sonra bir de ahiret için öleceklerini bildikleri için ağlıyorlardır belki de. Kim bilir?
Sebebi ne olursa olsun... Bebekler ağlıyorlar... Dünyaya öldükleri için... Dünyayı gördükleri için... Kandırıldıklarını düşündükleri için...Anadan ayrıldıkları için... Acıktıkları için... İnsanın insan yediği yere gelmek zorunda kalan bebek ağlamasında ne yapsın? 
Annesiyle beraber ölmek isterdi herhalde bebekler, doğrudan ahiret için ölüm yani. Dünya molası vermeden.... Belki bu yüzden doğum üzerine ölen anneler şehitler gibidir... Doğrudan cennete.... O bebek de ne kadar şanslıdır aslında... Hem annesiyle beraber, hem vadedilmiş/müjdelenmiş cennet köşelerinden birinde...
"Dünyanız sizin olsun" diyordur muhtemelen. Billur ırmakları seyrederken dalıp gidiyordur dünyada kalanların halini düşünerek... Ya da annesinin dünyaya terk ettiği kardeşlerinin gelişini bekleyerek...Onların dünyada çektikleri azabı düşünüp hüzünleniyordur. 
Oysa, dünyadakiler de ne çok üzülürler doğmadan ölen kardeşleri ve anneleri için. Bilemezler ki...Onlar kendilerini dünya molasını vermekten dolayı şanslı sayadursunlar, er geç o molanın biteceğinin sıklıkla unutadursunlar, kendilerinin asıl acınacak durumda olduklarını unutadursunlar, dünyayı "es geçenler" daha mutludurlar muhtemelen.
Bebeklerin ağlaması insanları ağlatmalı asıl... " Bu da dünyaya öldü, bir de ahirete ölecek" diye...
Bebekler ağlar ya, bebekliklerine bakmadan ne ile karşılaştıklarını, başlarına nelerin geleceğini bildikleri ve bizlerin nasıl olup da o kadar aymaz olduğumuzu gördükleri içindir bu ağlama... O doğdu diye sevinmemize ağlıyordur büyük ihtimalle.
.....
Ağlama sırası "dev bebeklerde" şimdi... Buyurun... Koro halinde...Ingaaa...

2 Şubat 2015 Pazartesi

Gesi Bağları Türküsü (100 Dörtlük)

100 dörtlük değil, 100 mermi anlayana! 

(Değerli Hoca S. Burhanettin AKBAŞ'ın internetteki sayfasından 2006 yılında kopyalamıştım. Kendisine şükranlarımı sunarım.)
GESİ BAĞLARI
I
Gesi Bağları’ndan gelsin geçilsin
Kurulsun masalar rakı konyak içilsin
Herkes sevdiğini alsın seçilsin
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim

2
Gesi Bağları’nda dolanıyorum
Yitirdim yarimi (anam) aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansım derdime

3
Gesi bağlarında bülbüller öter
Ateşim yanmadan (anam) tütünüm tüter
Bana bir hal olmuş ölümden beter
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime

4
Gesi Bağları’nda üç ırgat işler
Sıladan geliyor (anam) şu uçan kuşlar
Anneler doğurur ele bağışlar
Örtün pencereleri (anam) esmesin yeller
Dertli olduğumu (anam) bilmesin eller

5
Gesi Bağları’nın gülleri mavi
Ayrıldım yarimden (anam) gülemem gayri
Yardan ayrılanın böyle olur hali
Yas tutsun ellerim (anam) kına yakmayım
Kör olsun gözlerim (anam) sürme çekmeyim

6
Gesi Bağları’nda tokaştım taşa
Kardeş ekmeğini (anam) hakarlar başa
Girip çalıştığım emeğim boşa
Gel otur yanıma, hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim
7
Gesi’ye giderken yolum ayrıldı
Bindim arabaya (anam) başım çevrildi
Siyah saçım sağ yanıma devrildi
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime
8
Tıkır tıkır merdivenden inmedim
Güle güle anam yar koynuna girmedim
Cahil idim kıymetini bilmedim
Atma anam atma , beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime.

9
Kuruldu kazanım harenim yoktur
Söküldü sim saçım anam örenim yoktur
Kapıdan içeri girenim yoktur
Örtün pencereler anam esmesin yeller
Dertli olduğumu anam bilmesin eller.

10
Bana gül diyorlar neme güleyim
Ayrılık üzerimdeki, kime neyleyim
Bir mektup gönder gönlüm eyleyim
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada, anamın kuzusu.
11
Bulamadım kır atımın gemini
Süremedim anam gençliğimin demini
Ben sürmedim eller sürsün demini
Neyleyim dünyada anam yar olmayınca
Domurcuk gül iken anam koklamayınca.
12
Çattım ocağıma hürmetim yoktur
Döktüm zülfü saçı anam örenim yoktur
Anamdan babamdan gelenim yoktur
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu.

13
Enginli yüksekli kayalarımız
Gam ile yoğrulu anam mayalarımız
Doğurmaz olsaydı analarımız
Neyleyim neyleyim hep alınım yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu.

14
Urganım atmadık dallar mı kaldı
Başıma gelmedik anam haller mi kaldı
Beni söymedik diller mi kaldı
Ne deyip ağlayım, anam alın yazgısı
Kader böyle imiş anam onmaz bazısı.
15
Şu görünen bahçe m’ola bağ m’ola
Şu dağın ardında yarim var m’ola
Oturup da beni yad eder m’ola
Atma anam atma beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime.
16
Sac üstünde fısır fısır bazlama
Küçük iken ciğerlerim gözleme
Ben diyorum gelir diye gözleme
Örtün pencereler, anam esmesin yeller
Dertli olduğumu anam bilmesin eller.

17
Gesi bağlarında şıvga dalım yok
Derdimi söylesem anam dinler yarim yok
Herkes güler oynar sorgu sual yok
Ben gülsem oynasam anam yasak diyorlar
Yarını elinden anam alsak diyorlar.

18
Gesi’ye giderken yolum ayrıldı
Bindim arabaya başım çevrildi
Selvi saçım sol yanıma devrildi
Ölüm olmasın da anam ayrılık olsun
Bize sebep olan anam içten vurulsun


19
Mezarımı geniş açın dar olsun
Etrafı mor sümbüllü bağ olsun
Ben ölüyom ahbaplarım sağ olsun
El kadar alınımda türlü yazım var
Evvel bir başımdı, şimdi körpe kuzum var


20
Ateş alıp ısınmadım korunda
Güle güle anam yar gezmedim kolunda
Methim gezer elalemin dilinde
Atma anam atma, beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime

21
Bülbül gelmiş gül dalına konuyor
Hangi dala yuva yapsa kuruyor
Herkesin yari yanında duruyor
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime

22
Bülbülüm uçtu da kafesi durur
Ne güzel ellerin (anam) babası durur
Babasız yuvada evlat mı büyür
Örtün pencereleri (anam) esmesin yeller
Dertli olduğumu (anam) bilmesin eller


23
Yazmam gül yaprağı düremem gayri
Yalnızım evlere (anam) giremem gayri
Bana bir hal oldu diyemem gayri
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim


24
Gesi bağlarında kılarım namaz
Kılarım kılarım halka yaramaz
Haktan geldi bize bir ulu niyaz
Örtün pencereleri değmesin yeller
Bugün efkarlıyım gelmesin eller

25
Gesi Bağları’nın gülü olayım
Arayı arayı yari bulayım
Gül bülbülden başkasına sorayım
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmeyen ben o yari neyleyim

26
Gesi Bağları’nda kamber tay olur
Anam andıkça aklım zay olur
Ayrılık dediğin birkaç ay olur
Örtün pencereleri esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller


27
Şu dereden akan bulanık seller
Derdim içimdeki ne bilsin eller
Oturup ağlasam divane derler
Ne deyim ne ağlayım hep alnımın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı


28
Sandıktan basmamı giyesim geldi
Ciğerim anamı göresim geldi
Varıp iki elini öpesim geldi
Örtün pencereleri esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

29
Tandıra et vurdum yiyesim geldi
Ciğerim anamı göresim geldi
Açıp mezarına giresim geldi
Ne deyim ağlayım hep alnımın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı

30
Gesi Bağları’nda bir top gülüm var
Hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime


31
Gesi Bağları’nda geçilmez yastan
Dört yanım ıslandı yağmurdan yaştan
Sağ yanım ağrıdı soluma yaslan
Hep yalan mı oldu o geçen günler
Bahçede ötmez oldu bülbüller


32
Gesi Bağları’nda açılmış güller
Derdimi söylesem deli olmuş derler
Seni sevdiğimi bilmesin eller
Gel otur yanıma boyu posu güzelim
Gülemem ağlarım ah çekerim gezerim

33
Gesi bağlarında kaynar karınca
İçim kan ağlar anam yaşıtım görünce
Ben bu dertten iflah olmam ölünce
Hep yalan mı oldu anam o geçen günler
Bahçedeki ötmez oldu anam bülbüller.

34
Gesi bağlarında yiğitler gezer
Eller ne bilsin anam yüreğimi ezer
Yarim gitti hasreti beni üzer
Ben gülsem oynasam anam yasak diyorlar
Varını elinden anam alsak diyorlar.


35
Gesi bağlarının köpeği olsam
Koklayı koklayı anam anamı bulsam
Bulduğum yerde öpsem koklasam
Atma garip anam yazılara yabanlara
Keşke verseydin köyümüzdeki çobana.


36
Gesi bağlarında bülbüller öter
Anamın ekmeği burnuma tüter
El kadar verseler o bana yeter
El kadar alnımda türlü türlü yazım var
Evvel bir başımdı, şimdi körpe kuzum var.

37
Gesi Bağları’nda bir oylum kaya
Düşmüşüm sevdana ne diyon bana
Bir yüzük yaptırdım yadigar sana
Takın parmağına dar mı geliyor
Gurbete gitmesi zor mu geliyor

38
Gesi Bağlarında yolun sağında
Güller çiçek mi açar yavru bağrında
Yavrusu koynunda elin yanında
Yas tutsun ellerim kına yakmayım
Kör olsun gözlerim sürme çekmeyim


39
Gesi Bağlarında attım urganı
Üstüme örttüler gurbet yorganı
Benim anam çifte kessin kurbanı
Ne deyip ağlayım hep alnımın yazgısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı


40
Gesi Bağlarında dikili taşlar
Benden selam söylen hey uçan kuşlar
Memlekette kaldı yaren yoldaşlar
Örtün pencereleri esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

41
Her boyadan bir boyalı taşım var
Yaşım küçük ne belalı başım var
Feleğinen döğüşecek işim var
El kadar alnımda türlü türlü yazım var
Evvel bir başımdı, şimdi körpe kuzum var

42
Anam kirmenini alsın eline
Tarasın yününü taksın beline
Gelsin baksın yavrusunun haline
Ben gülsem oynasam yasak diyorlar
Varını elinden alsak diyorlar


43
Başına bürünmüş el kadar astar
Asker babasını yavrular ister
Benim yarim diye yolunu gözler
Neyleyim dünyada yar olmayınca
Domurcuk gül iken koklanmayınca


44
Gesi bağlarında ötüşen kuşlar
Hayıra çıkmadı gördüğüm düşler
Yıldan yıla meyva veren ağaçlar
Devşirdim çiçeği dalda ne kaldı
Gidiyom gurbete burda nem kaldı

45
Gesi bağlarında salkım söğütler
Anam yok ki versin bana öğütler
Gün görüp gidiyor benden kötüler
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu

46
Ocağımı çattım herenim yoktur
Söküldü sim saçım örenim yoktur
Kapıdan içeri girenim yoktur
Gel otur yanıma başımın tacı
Ayrılık ekmeği zehirden acı


47
Gesi bağlarında açıldı güller
Sevdiği yanımda sefada eller
Hep bize tokandı yaramaz diller
Ben gülsem oynasam yasak diyorlar
Varını elinden alsak diyorlar


48
Arı olsam her çiçeğe konarım
Yar yitirdim yana yana ararım
Var mı benim şu Gesi’ye zararım
Atma anam atma beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime

49
Gesi dedikleri bir çatal dere
Ahbaplar içinde yüreğim yara
Çok emekler verdim vefasız yere
Örtün pencereler esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

50
Yine kalaylandı sofanın taşı
Silerim silerim gitmez gözümün yaşı
Benim çektiklerim bir soysuz yası
Meğer taşa biber ekilmez imiş
Kötülerin kahrı çekilmez imiş


51
Anam beni ne hal ile doğurdu
El kapısı hamur etti yoğurdu
Gücüm yeter yetmez işler buyurdu
Gurbet elde neler geldi başıma
Anam yok ki şu derdime katıla


52
Anam mendilimi düremiyorum
Yalnızım evlere giremiyorum
Anasız babasız duramıyorum
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu

53
Anam yok ki ağıdımı dinlesin
Babam yok ki şikayetim dinlesin
Şu cahil gönlümü kimler eylesin
El kadar alnımda türlü türlü yazım var
Evvel bir başımdı,şimdi körpe kuzum var

54
Gesi bağlarında gülüm duruyor
Hangi dala yuva yapsam kuruyor
Bülbül bile kadersizi biliyor
Ne deyip ağlayım hep alnımın yazısı
Onmaz imiş güzellerin bazısı


55
Yazmam gül yaprağı düremiyorum
Yalnızım evlere giremiyorum
Söktüm sim saçımı öremiyorum
Devşirdim çiçeği benim dalda ne kaldı
Gidiyom gurbete benim burda nem kaldı


56
Bellettim bağımı yemedim üzüm
Kaynattım pekmezi gelirim güzün
Garibe vermezler bir salkım üzüm
Neydeyim ağlayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı

57
Bu yıl çiçek çoktur dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim bağrım yaz olmuş sitem götürmez
Eğil dağlar eğil yari göresim geldi
Siyah zülfümü yüzüne süresim geldi

58
Yüceden kaldırın gelin ölüsü
Elmalar donatın söğüt dolusu
Bana derler kadersizin birisi
Dertli diye çağırsınlar adımı
Yazmamınan bağlasınlar başımı


59
Yazmam gül yaprağı karanfil irenk
Aksine vuruyor devran-ı felek
Gesi bağlarında Leyla diyerek
Ah neyleyim şu alnımın yazısı
Onmaz imiş güzellerin bazısı


60
Bana gül diyorlar neme güleyim
Ayrılık serime düştü neyleyim
Anamdan doğalı ben de böyleyim
Gel otur yanıma boyu posu güzelim
Gülemem ağlarım ah çekerim gezerim

61
Çırpını çırpını yuvadan uçtum
Ağlayı ağlayı bu hale düştüm
Getirin anamı babamdan geçtim
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş dünyada, anamın kuzusu

62
Çıra yanmayınca ceviz mi kavlar
Ciğer yanmayınca gözler mi ağlar
Oturum ağlasam divane derler
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim


63
Gesi bağlarının yılanı olsam
Dolanı dolanı yanına varsam
Uyusam uyansam derdime yansam
Hep yalan oldu o geçen günler
Bahçede ötmez oldu bülbüller


64
Gesi bağlarını gördün mü bilmem
Toprağına bağdaş kurdun mu bilmem
Gizli sırlarıma erdin mi bilmem
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmeyen ben o yari neyleyim

65
Gesi bağlarından geçemiyorum
Az doldur kadehi içemiyorum
Anamdan babamdan geçemiyorum
Ölüm olmasın da ayrılık olsun
Bize sebep olan içten vurulsun

66
Gesi’ye giderken yolun sağında
Güller açmış nazlı yarin bağında
Yeni değmiş on üç on dört çağında
Gel otur yanıma boyu posu güzelim
Dost düşman yanında güler oynar gezerim


67
Gesi’ye giderken yolum ayrıldı
Bindim arabaya başım çevrildi
Siyah saçım sağ yanıma devrildi
Eğil dağlar eğil yari göresim geldi
Siyah zülfünü yüzüme süresim geldi


68
Eşik arasında fenerim yitti
Feleğin ettiği gücüme gitti
Bana ettiğini kimlere etti
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime

69
Ellerin mektubu gelir okunur
Benim yüreğime hançer sokulur
Bugün posta günü canım sıkılır
Atma garip anam yazılara yabana
Keşke verseydin köyümüzdeki çobana

70
Evereğin bayırına düzüne
Döndüm baktım karlar yağmış izime
Uyma dedim uydun eller sözüne
Sağ olanlar bir gün olur kavuşur
Küs olanlar bir gün gelir barışır


71
Gesi’nin etrafı tozlu yol m’ola
Salını salını gelen yar m’ola
Urgan atsam ölsem ölüm zor m’ola
Şimdi ben anladım onmadığımı
Daha çilelerimin dolmadığını


72
Gesi’nin evleri kemer kemerdir
Derdim içimde küme kümedir
Ağlamak dururken gülmek nemedir
Örtün pencereleri esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

73
Söktüm sim saçımı örenim yoktur
Kapıdan içeri girenim yoktur
Ağlasam sızlasam görenim yoktur
Doğurmaz olsaydın anam başım belalı
Bir murat almadım anamdan doğalı

74
Salkım söğüt gibi dallarım yerde
Gözlerim gözlerim gözlerim yolda
Götürün anama evleri nerde
Gurbet elde neler geldi başıma
Anam yok ki şu derdime katlana


75
Şu dağlara çıksam yolu arasam
Mendilim elimde döne döne ağlasam
Anam yok ki ben derdimi söylesem
Ne deyim ağlayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı


76
Tel tel olur Kayseri’nin ovası
Yüzüne bakmadım karın doyası
Taze olur evlilerin boyası
Ne deyip ağlayım alın yazısı
Gülüp oynamıyor gelinlerin bazısı

77
Yüce dağ başına gelmesin eller
Bu gün efkarlıyım açmasın güller
Diz dize gelip de döktüğüm diller
Ne deyip ağlayım bu böyle olmaz
Kulların başına gelmedik kalmaz

78
Gesi bağlarından indi bir firek
Bu mektubu yazan dertli bir yürek
Gönderin anamı o bana gerek
Yaz yaz mektubu postaya bırak
Varamam yanına yollar pek ırak


79
Gesi’ye gidenin bağrı taş gerek
Atı saltanatlı bir kardeş gerek
Ağlamak dururken gülmek ne gerek
Yas tutsun ellerim kına yakmayım
Kör olsun gözlerim sürme çekmeyim


80
Sofraya oturdum gelin kız gibi
Gözüme bakarlar imkansız gibi
Ortadaki yemek acı tuz gibi
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim

81
Güğümlere su doldurdum ılımış
Benim kader ilk akşamdan uyumuş
Ne yapayım dostlar yazım bu imiş
Örtün pencereleri esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

82
Gesi bağlarını belleyen olsa
Şu cahil gönlümü eğleyen olsa
Beni de anama yollayan olsa
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim


83
Gesi bağlarında kaynar kum idim
Ben eller içinde yanan mum idim
Ibdı Allah, sonra senden umudum
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim


84
Merdivenden tıkır tıkır inerken
Yazması boynuma dolanır severken
Uyumuşum ak gerdandan emerken
Örtün pencereler değmesin yeller
Bu gün efkarlıyım gelmesin eller

85
Gesi bağlarında has nane biter
Bana bir hal oldu ölümden beter
Sevdiğim ettiğin canıma yeter
Yaz yaz mektubunu postaya bırak
Varamam yanına, yollar çok ırak

86
Gül koymuşlar menekşenin adını
Almadım dünyadan ben muradımı
Ben ölürsem dertli koyun adımı
Atma garip anam yazılara yabana
Keşke verseydin beni köyümüzdeki çobana


87
Bu nasıl tecelli bu nasıl kader
Derdim içimdedir ne bilsin eller
Oturup ağlasam deli mi derler
Neyleyim, neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu


88
Gesi bağlarında gül ile çayır
Ana ben ölüyom başını çevir
Kaynanam imansız, güveyin gavur
Ne diyeyim ağlayayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı

89
Elimi atmadık dallar mı kaldı
Başıma gelmedik haller mi kaldı
Beni söylemedik diller mi kaldı
El kadar alnımda türlü türlü yazım var
Evvel bir başımdı şimdi körpe kuzum var

90
Gesi bağlarında gül ile susam
Tecellisi olmaz yerine küsen
Candan kimsem yok derdimi desem
El kadar alnımda türlü yazım var
Evvel yalnızdım şimdi kuzum var


91
Anam yok ki diye diye ağlasın
Babam yok ki kuşağımı bağlasın
Kardeş yok ki salacamda baş tutsun
Atma garip anam yazılara yabana
Keşke verseydin köyümüzdeki çobana


92
Bülbüle su verdim altın tasınan
Yolunu beklerim bir hevesinen
Günlerim geçiyor ah u zarınan
Örtün pencereler esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller

93
Gesi bağlarında gül ile nergis
Sabahlar olmuyor sevdiğim sensiz
Cennetin köşkünde duramam sensiz
Ölüm olmasın da ayrılık olsun
Bize sebep olan Allah’tan bulsun

94
Gesi bağlarında bir tarla nohut
Anam ben ölüyom bir yasin okut
Küçük kardeşimi yarime büyüt
Örtün pencereler esmesin yeller
Dertli olduğumu bilmesin eller


95
Dağdan yuvarlandı kayalarımız
Gam ile yoğruldu mayalarımız
N’ola taş doğuraydı analarımız
Ne deyim ağlayım hep alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı


96
Kuruldu kanadım kefenim yoktur
Kapıdan içeri girenim yoktur
Gurbette anamın haberi yoktur
Beklerim yolunu gelene kadar
Çekerim derdini ölene kadar

97
Kütür kütür kırdın felek dalımı
Kimselere diyemiyom halimi
Ben sana ne yaptım Allah’ın zalimi
Neyleyim neyleyim hep alnımın yazısı
Gülmemiş bu dünyada anamın kuzusu

98
Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yarimi aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum
Eğil dağlar eğil gülleriniz açtı mı
Benim sevdiceğim burdan geçti mi


99
Yağmur yağar ince elek tülbentten
Kurtar Allah beni gayri gurbetten
Ölmeyince kurtuluş yok bu dertten
Yol ver dağlar ben gideyim sılama
Sılam zümrüt yeşili buna nasıl dayana


100
Gesi bağlarında bir top gül idim
Yağmur yağdı güneş vurdu eridim
Evvel yarin sevdiceği ben idim
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim

Gesi Bağları Türküsü, S.Burhanettin Akbaş-Mehmet Özet, Kayseri, 2001


9 Ocak 2015 Cuma

İLMÜHABER (Darbımesel)

Günlerdir verdiği seçim mücadelesini kazanmış ve yatak-döşek içinde getirilen yaşlı Hüseyin Dede'nin verdiği oyla, rakibini bir oy farkla geçerek muhtar seçilmişti nihayet. Rakibi olan yılların kurt muhtarı Ahmet Emmi'yi devirmeyi başarmıştı. Mazbatasını hakimden alıp iki gün sonra Ahmet Emmi'nin yanına uğradı, muhtarlıkla ilgili defterleri ve mührü almak üzere. Ahmet Ağa olgun adamdı: "Allah yardımcın olsun Recep” dedi ve köy karar defteri ile birkaç diğer evrakı ve en önemlisi mührü teslim etti kendisine.
Recep yeni bir havaya girmişti. "Daha dün ben de sıradan biriydim, şimdi muhtarım, köyün önde geleniyim” diye düşünüyor, yürüyüşünde meydana gelen değişikliği ve kasıntıyı fark etmiyordu. Ne de olsa, muhtardı bugüne bugün. Köylü işini ona danışacak, uygun görmediği şey köye yapılamayacak, bundan sonra kaymakamla, vali ile hatta bakanlarla muhatap olacaktı. Büyük adamdı vesselam.
Yalnız, azıcık şu okuma yazma konusunda kaygılıydı. Sadece ilkokulu bitirebilmiş, ta o zamandan beri de ne yazı yazmış, ne de doğru düzgün okumuştu. "Olsun” dedi, "ben söylerim, oğlum Kerim de yazar. Ne olacak sanki altına mühür vurduktan sonra her kâğıt resmi olur. Koca muhtarın mühür vurduğu belgeyi de kim almayacakmış?”
Muhtarlığın ilk günleri sakin geçti. Köylüler tebrik ediyor, hepsi kendisine oy verdiğini söylüyordu. Recep de bundan memnun, bir oy farkı unutmuş köylüsüne kucak açmıştı.
Birkaç gün sonra, köyün gençlerinden Kadir geldi Muhtar Recep’in yanına. Kadir yeni evliydi. Köyde geçim zordu, tarlası tapanı yoktu. Köydeki konuşma aksanıyla "Recep Ağam, ben Adana’ya gideceam. Duyduğuma göre Çukuraa’da iş bulmak goleymiş. Bu batasıca çorak memlekette ekmek kazanacak toprak yok bende. Hanımınan düşündük, Adana’ya gidek, orda yerleşek dedik. Bize bir ‘elmaaber’ yaz da yolda başımıza bişe gelmesin ve gedince oradaki mıktara verek. Oraya yerleşek” dedi. Muhtar Recep "Hayırlısı olsun Gadir. Haklısın, bizim köyün arazisi kıraç, ektiğini alamazsın bile bu topraktan. Git yolun açık olsun” dedi. Dedi amma, şu ilmühaber nasıl yazılacaktı? Şimdiye kadar hiç ilmühaber yazmamış, işi olmamıştı. Adını duyuyordu ama nasıl bir yazıydı acaba? Galiba bu yazı muhtarın bir şeyi onaylaması veya bildirmesi ile ilgiliydi. "Mıktar elmaaber verdi miydi, gaymakam bile onu deeştiremez” diyordu köylüler. Demek ki, muhtar büyük adam, ilmühaber de önemli yazıydı.
Çağırdı oğlu Kerim’i, "Kerim, oğlum, okula git, ööretmenden bi tene kâât getir kaleminen. Gadir emmine elmaaber yazacaak” dedi. Kerim dışarı fırladı; biraz sonra geldi elinde kağıt kalemle. Muhtar Recep, "Kerim, dediklerimi aynı yaz oğlum” dedi, şöyle biraz düşündükten sonra, artık halk arasında etrafı dikkate almadan, sadece kendi bildiğini yapan, "oku doğrusuna giden" insanları tarif etmek için kullanılacak olan ifadeyi içeren o meşhur ilmühaberi yazdırdı oğluna:
İLMÜHABER
"Dikkat! Dikkat! Kadir Adana’ya gidiyor. Değip dokunan olmasın!”
                                                                                                                      Muhtar Recep KAYALI 
                                                                                 (imza-mühür)

8 Ocak 2015 Perşembe

UYUŞTURUCU İLE NASIL MÜCADELE EDİLMEZ?[1] (KARA MİZAH)[2]

 (Bu yazı İdarecinin Sesi Dergisinin Aralık 2014/163. sayısında yayınlanmıştır.)

Kamu yönetiminin işleyişi ile ilgili hemen hemen her çalışmada kamu hizmetlerinin nasıl sunulması gerektiği, hangi yöntem, araç, usul ve kaynakların –nasıl- kullanılacağı, hangi nitelikte personelin istihdam edilmesi gerektiği gibi hep "olması gereken" bakış açısıyla bir açıklama yapılmaya çalışılır. Bu yöntem, kendi içerisinde tutarlı bir yaklaşımdır ve pozitif-doğrusal bir bakış açısını yansıtır. Yani belirlenen/hedeflenen amaçlara ulaşılması için izlenmesi gereken yol ve yöntemlerin neler olması gerektiği ile ilgilidir. Varsayımı ise, bu yol ve yöntemler kullanıldığında sonucun istendiği şekilde olacağıdır.

Böyle olmakla birlikte, etkili olacağını düşündüğümüz bir izah tarzı ise, kamu hizmetlerinin sunumunda hangi yol ve yöntemlerin, araçların ve personelin kullanılmaması gerektiğine dikkat çeken,  "olmaması gereken" bakış açısıdır.  Birinci bakış açısının aksine, bu bakış açısı uygulamada karşılaşılan/karşılaşılacak olan ve hizmet sunumunu olumsuz etkileyen/etkileyecek faktörleri öne çıkarmaktadır. Biraz zorlandığında "kamu politikası başarısızlığı" kavramının sebeplerine denk düşen bu yöntemde "sonucun başarısız olması için yapılması gerekenler" sıralanmaktadır. Teori kısmına ve kamu politikası süreçlerine fazla girmeden, -biraz da mizahi bir yaklaşımla- basit bir sistematikle bu husus ülkedeki uyuşturucu ile mücadele politikası üzerinden aşağıdaki gibi örneklendirilebilir. 

Uyuşturucu ile mücadelenin arzı azaltmak, talebi azaltmak, erişimi engellemek, tedavi ve rehabilitasyon, topluma kazandırmak, istihdam gibi birçok boyutu bulunmaktadır. Bu boyutların her biri kendi içinde teknik ve bürokratik birçok süreç ve aşamalara ayrılmaktadır. Ayrıca bu boyutlardan her biri kamu yönetimi mekanizmasında farklı farklı örgütlerin, kurumlarım ve birimlerin görev, sorumluluk ve yetki alanına düşmektedir.

Yukarıda değindiğimiz yöntem gereği, "uyuşturucu ile nasıl mücadele edilmez?" başlığı altındaki tespit ve önerileri şöyle sıralayabiliriz:

a) Uyuşturucu ile etkin bir mücadele yapılmaması için öncelikle bu konunun toplumun, dolayısı ile hükumetin gündemine alınmaması gerekir. Bunun için de, mücadele sürecinde yer alacak bütün kişi, kurum ve aktörlerin bu sorunu dile getirmemesi, "ülkenin uyuşturucu diye bir sorunu yok" yorumunu yaptıracak şekilde olumlu tavır takınmaları elzemdir. Bu tavır her şeyin yolunda gittiğine dair kanaati güçlendirecek ve sorumluları bu konuda doğru bir politika izlediklerine inandıracaktır.

b) Uyuşturucu sorunu ile ilgili bu "genel suskunluktan" sonra, dünyadaki uyuşturucu durumunu ve bu arada ülke ile ilgili uluslararası değerlendirmeleri "es geçmek" ve ülkenin "transit ülke" olmaktan çıkıp "hedef ülke" olduğu yönündeki bazı "çatlak ses çıkaran" değerlendirmeleri de dikkate almamak, hatta tersi yönde kamuoyu oluşturmak gereklidir. Sınırlarda kaçakçılık yapıldığı iddialarının kara propaganda olduğunun altı mutlaka çizilmelidir.

c) Hükumetin gündemine girmeyen böyle bir konuda, yani "olmayan bir sorunla" ilgili olarak kamu yönetimi organlarına mücadele görevi de vermemek, var olanların da uygulanmamasını sağlamak önemlidir. İlla görev verilmek zorunda kalınırsa basitlikten uzak, karmaşık bir dil ve görev tanımı yapılmalıdır. 

ç) Hasbelkader daha önceden kurumlara görev olarak verilmiş hususular varsa, bunların da mümkün olduğu kadar çok, çeşitli ve koordine edilmesi zor birimler arasında dağıtılmasını zorlamak gerekecektir. Çünkü mücadele ile ilgili ne kadar çok sorumlu/sorunlu kurum/birim/kişi olursa amaca (mücadele etmemeye) ulaşmak da o kadar muhtemel olacaktır. Basit devlet ilkesinden uzak durulmalıdır.

d) Görev ve yetkiler mümkün olduğunca dağınık hale getirildikten sonra bunları merkezden veya taşrada il düzeyinde koordine edecek bir irade/organ/makam oluşturmaktan itinayla kaçınmak gereklidir. Bu sayede herkes canla başla başına buyruk çalışacak ve kamuoyu kamunun çabalarını görecektir. Neticede ne elde edildiğini kamuoyunun bilmesi o kadar önemli değildir. "İmaj her şeydir!"

e) Merkezi düzeyde gündeme girmeyen, organizasyon olarak bütünlük içinde ele alınmayan, koordinasyonuna gerek duyulmayan bir konuda muhtemel olarak ortaya çıkacak ve genel iradeyi yanlış yorumlayacak "gayretkeşlerin" de kontrol altına alınması gereklidir. Bununla kastettiğimiz nitelikli, çalışkan, fedakar, vatansever ve toplumun geleceği kaygısını taşıyanları bu sürece dahil etmemek, var olanları da "saf dışı" bırakmaktır. Maazallah, bunlar kontrol edilmezse süreç istenenin tam tersi olarak sonuçlanabilir.

f) “Uyuşturucu ile mücadele edeceğim” diye proje yapan, bir şeyler yapabilmek için ortaya çıkan -bütün yukarıdaki engellere rağmen- STK, MİA, ABC, DEF, XYZ gibi yapı, kişi, kurum ve kuruluşlara bütçenin "b"sini göstermemek en hayati bir öneme sahiptir.

g) Yukarıdaki aşamaların devamı olarak sahadaki "uygulamamaları" da denetlemek ve değerlendirmek yanlışına düşülmemelidir. Zira merkez ne düşünüyorsa aynından fazlası taşrada "misli ile yapılmaktadır!"

ğ) Başarısızlığa ulaşmanın temel ögelerinden biri de "bilinç oluşturmama" faaliyetidir. Medya, eğitim kurumları, aile ve toplumun geneli uyuşturucu ve zararları hakkında zinhar bilgilendirilmemelidir.

h) Bütün bunlara rağmen hala uyuşturucuya sıcak bakmayan, uzak duran çocuk ve gençlerin bu alana zorlanması için okuldan uzaklaştırılmaları, sokakta yaşamaya özendirilmeleri, sosyal, ahlaki, manevi değerlere sırt çevirmeye teşvik edilmeleri, aile, öğretmen ve büyüklerin sözlerini dinlememeleri konusunda yüreklendirilmeleri "uyuşturucu ile mücadele etmeme" hedefine mutlak surette olumlu etki yapacaktır.

ı) Kullanılacak dilin önemi gereği, uyuşturucu maddeler "zehir" yerine "keyif verici madde" şeklinde adlandırılmalı; gençlere cazip gelen sokak jargonundaki "kafam bi milyon", "neyin kafasını yaşıyorsun sen?" gibi güzel Türkçe ifadeler sık sık tekrarlanmalıdır.

i) Uyuşturucu kullanan “kafası güzellerin” kafasını bozacak arama, yakalama, gözaltı, yargılama ve “içeri tıkma” gibi “arkaik” adli uygulamalara girişilmemeli, mevzuatta bu “sosyal gerçekliğe” müeyyide öngören hükümlere yer verilmemeli, var olanların da uygulanmaması için çaba sarf edilmelidir.

j) Olmadığı hususunda “concensus” sağlanan uyuşturucu bağımlılığının tedavisine dönük AMATEM ve ÇEMATEM gibi tesisler inşa edilmemeli, var olanlar da “atem tutem men seni” diye “ti’ye     alınmalıdır. Buralarda tedavi olmak kişinin “ihtiyarına” bırakılmalı, gençleri zorla buraya getirmemelidir.

k) Buraların bağımlılar için cazip olmaması için mutlaka hastanelerin bodrum katlarında, psikiyatri servisi ile iç içe ve bakımsız yerler bu amaçla ayrılmalı, burada çalışacak “divanelerin” de akıllanıp bu kararlarından vazgeçmeleri için ödemeler, çalışma şartları ve motive edici her unsur aşağıya doğru çekilmeli, “illa çalışmak istiyorum” diyen olursa bunlara psikiyatriden rapor aldırılmalıdır.

l) “Her konuda tek sorumlu” olma yolundaki yerel yönetimlere var olmayan uyuşturucu sorunu ile ilgili görev ve sorumluluk verilmemeli, kendileri zahmete sokulmamalıdır.

m) Olmaz ya, diyelim ki uyuşturucu bağımlısı birisi yakalandı, tedavi olmak istedi, -yine olmaz ya- tedavi süresini de tamamladı; kendisi hemen “geldiği yere geri salınmalı”, sosyal rehabilitasyon, istihdam gibi konulara gerek duyulmamalı ki, bu arkadaş kısa süre sonra uyuşturucuya “kaldığı yerden devam” edebilsin.

n) Süreç yukarıdaki maddelerde “dokundurulduğu” gibi işledikten sonra, mücadelenin nasıl yapılamadığının yazılı delili olan binlerce sayfalık raporlar hazırlanmalı ve bunlar kimseye gösterilmemelidir ki, “şeffaflık, katılım” diye ortaya çıkacakların önü kökten kesilsin. Taşrada yapılmayanlar, yapılmış ve büyük başarı elde edilmiş gibi merkeze raporlansın her ihtimale karşı. Öyle ya “sadece kendini kandırmak” yetmez, “merkezi” de kandırmak gerekir ki bu konuyla ilgili “politika geliştirmeme” de etkili olunabilsin.

Bütün yukarıdakilere rağmen herkes uyuşturucu kullanmaya başlamamışsa veya kullananlarda bir azalma varsa "politika süreci" belirlenirken ve uygulanırken bir yerlerde hata yapılmış demektir. Geri dönüp aşamalar tek tek gözden geçirilmelidir.


Not: Bu yazıdaki amacı doğru yorumlayıp "tersine iş yapabilecek" kapasitede olanları da (e) bendindeki uygulamalara dahil etmek gerekecektir.





[1] Bu yazı uyuşturucu ile mücadelenin sahada nasıl yapıldığına dair araştırmalar sırasında karşılaşılan mantıksızlıkların ruhumuzda yarattığı kızgınlıkların özetlenmiş halidir. Ciddiye alınmaması herkesin hayrınadır. 
[2] Kara mizah: Yalnız güldürmeyi değil, düşündürmeyi ve yergiyi de amaçlayan mizah (TDK).

1 Ocak 2015 Perşembe

SARIKAMIŞ AĞIDI


Tarihimizin en "soğuk" sayfasını oluşturan, Doğu Cephesinde kara kışa kurban verdiğimiz doksan bin civarındaki şehitlerimiz için yakılan yüzlerce ağıttan birisi, en meşhuru Sarıkamış Ağıdı. Ağıt geleneğinin en canlı olduğu Avşar boyundan ümmi bir kadının söylediği, yürekten kopup gelen ağıt, tarih derslerinde buradaki harekatla ilgili bölümde mutlaka öğrencilere dinletilmeli. 

Kayseri/Pınarbaşı’nın Sindel (Kayabaşı) Köyünden Kara Zala (Zeliha)’ya ait olduğu söylenen ağıt aynı köyden başkalarının da eklemeleri ile uzun bir ağıt olmuştur. Ancak bu dilden dile dolaşan ağıtları 4 kişinin söylediği rivayet ediliyor. Bu bilgiler kesin olmamakla birlikte, söyleyenler şöyle:

1) Kara Zala
2) Molla Mustafa, Hasan Ağa’nın oğlu, Memiş’in kardeşi
3) Hamma. Kocasıyla birlikte 6 kayını savaşa giden, Bekir Ağa’nın gelini, savaştan tek sağ dönen Bayazıt (Eyri) Çavuş’un karısı.
4) Sırıklı Döndü. Bekir Ağa’nın karısı ve savaşta ölen 6 kardeşten biri olan Hüseyin’in anası
(Kaynak: Sindel Köylüleri)

Bu ağıdın halk ağzıyla söylenişi yürekleri parçalar. Aşağıdaki linkten bir örneğini dinleyebilirsiniz: 



Allah hepsine gani gani rahmet eylesin.

---------------------*------------*---------------
Sarıkamış Ağıdının söyleyenlere göre sözleri aşağıdadır:

KARA ZALA                             

Yüce dağdan yüce dağa      
Yalım vurdu koca dağa      
Gayri telime tokanma       
Ben ölüyom Hasan Ağa      

Kaç gün oldu Anşa öleli         
Alnında kaşı hilali                
Alıbazın anasıyım                
İndi boğazı laleli                 

Sarıkamış Altınbulak         
Soğanlı’yı biz ne bilek?        
Bizim uşak gökçek gezer   
Ağca zubun gara yelek          

Ayşe bekar, Cennet bekar         
Acemi talime çıkar                 
Dört oğlum sefer ağzında           
Yusufum (Topalım) gahrımı çeker

Kuşağı belime sardım          
Gışlanın önüne vardım       
Dört oğlum asker deyince     
Orda bir aferin aldım           

Gadasını aldığım Eşe             
Tekerim dayandı daşa           
Seferiberliği durdur             
Elin öpem Enver paşa          

Şu taşları çektiriyim              
Hep dereye döktürüyüm        
Musa Ağam ayaklı yapsın       
Bende gazi yaptırıyım          




MOLLA MUSTAFA                  

Sivas’tan Sarıkamış’tan
Bir habar verin Memiş’ten
Yavaş indir arabacı
Gardaş inemez yokuştan

(Sivas’tan, Sarıkamış’tan
Yatamıyom kara düşten
Hastam zayıf arabacı
Ağır indirin inişten)

Aziziye baba yurdum
Kafkaslara tabya kurdum
Benim korkum Urus değil
Kara gışa kurban verdim

Çadırlar dağa kuruldu                           
Hücum borusu vuruldu                        
Bir Sarıkamış uğruna                            
Doksan bin şehit verildi   


 Sarıkamış derler ordunun yeri               
Yaralanan asker sevk olur geri
Benim gardaşımın iki adı var
Birisi Memiş de birisi Sarı        

Sarıkamış derler ordu dergaha                 
Garıkmış elleri tutmaz parmağa               
Yaralı Suvaz’a (Sivas) gelen Memiş’in                    
 Ta  Sindel’e geldi ganlı köynağa                

Gayanın başına çıkar                                
Derelere eder zılgıt                                    
Şarapnal gelip vuruncaaz                          
 Ganı akmış ılgıt ılgıt      


Elin elime alır da                                        
Giderim dereye aşşağa                              
Danedim (baktım) de göremedim                            
Gayıp emmimin uşağı       


SIRIKLI DÖNDÜ

Oğlu olanlar herk ediyor
Edemeyenler terk ediyor
Her nereye baktımısa
Gelin kız çifte gidiyor

Yüzbaşılar binbaşılar
Tabur taburu karşılar
Yağmur yaayıp gün daence
Yatan şehitler ışılar

Yumam ırbıgın dışını
Belaya goydun başımı
Soysuz mu ki benim oğlum
Goyup gelmez gardaşını




HAMMA

Sarıkamış ne aralı
Kimi ölmüş kimi yaralı
Bunu duyan var mı ola
Yalan dünya kurulalı?

İbrişimin gozaları
Battı Avşar gazaları
Sarıkamış’ta galdılar
Gonca gülün tazeleri

Hava soğuk kış geliyor
Bilmeyene hoş geliyor
Şarkışlaya giden ganı (kağnı)
Dolu gidip boş geliyor

Aşağıdaki dörtlükleri de 6 kardeşi Sarıkamış’ta şehit olan Bekir Ağa’nın kızı FATİŞ söylüyor:

Dokuz gardaşı ölenin
Benim gibi olur bacısı
Sivas’a tabur dökülmüş
Benim anamın kuzusu

Böyle uzun dal mı olur
Böyle çürük soy mu olur
Bir obadan bir ocaktan
Altı gelin dul mu galır.




Aşağıdaki dörtlükleri kimin söylediği belli değil. Ancak Sarıkamış ağıdı olarak bunlar da söyleniyor.

Uşak gider sürüyünen
Mehter öter boruyunan
Her nereye vardıyısam
Bir gelin var, karıyınan


Erzincan'ın fakıları
Ezan sünnet etti mola?
Avşarelli oğlancığım
Camilerde yattı mola?

Yaşa emmim oğlu yaşa,
İn atını bağla taşa.
Ne Sivas'ta eğleniyon
Öte gitsen olun paşa

Şu öksüz de dil bilmiyor
Ben oldum onun anası.
Özne misin (damat)
Sürmel'oğlum
Hani eliyin kınası?

Mor kefiye başlarında
Su içtiğim teştlerinde
Bizim uşak av ediyor
Şu Kaman'ın taşlarında

Soğanlı'da bir harp oldu
Nice canlar orda kaldı
Sarıkamış alınınca
Sağ olanlar mektup saldı

Gelinler öksüz nen'liyor
Emiş'in alnı parlıyor
Sağından yaralı aslan
Solundan kanı damlıyor




Sarıkamış görkemlice
Alnı kara perçemlice
Şu geline sahip gerek
Tor kalmadı sümsüm koca

Bu zamanda adamm' gider
Dağları bürüdü gırcı (ince kar-dolu)
Sarıkamış ta kalanın
Teri kokar burcu burcu

Karlı dağların yelkesi
Geçti feleğin öykesi
Ağca zıbın kara yelek
Geldi şehidin soyhası

Bir kurt dadandı desteme
Bir oğlan düştü hıstama (pay)
Kağıt yazar tel çekerim
Sadırazam Şeyhülislama

üç oğlum var üç taburda
Silahlar dolu kuburda
Aman oğlum sabır eyle
Çok keramet var sabırda


Kalktı ekin, kaldı firez
Cahallar (gençler) almadı muraz
Yenile onbeşli gitti
Yüzü gül gül, dudak kiraz